TEKNO-POLİS MENZİLİNDE İNSAN, SANAT ve FELSEFE
- hayrikyetik
- 15 Haz
- 13 dakikada okunur
Antik Ege felsefesinde doğayı değiştirmek ve beşer üzerindeki olumsuz etkisini savuşturmak için yapılan ussal, yöntemsel iş karşılığı Aristo’nun da kullandığı ‘tekhne’ logos ve uslamlamayı içerdiği gibi hüner ve beceri olarak sanatı da içerir. Böylece üretilmiş, din, dil ve anlatı da dahil doğal olmayan şeylere sonradan kültür denecektir. Cicero’nun, doğanın insan emeğiyle çoğaltılması ve ‘insansal doğa’ olarak kültürü ‘ikinci doğa’[1] nitelemesi bu açıdan bakınca yersiz değil. Buradan bakanlara göre el gibi, kulak gibi beynin bir uzantısıdır üretilmiş araçlar; çünkü, Homo Habilis’in yaptığı barınak, ateş, mızrak, balta vs dış dünyadan gelecek tehditlere karşı tıpkı derisi, göz kapağı, kafatası, ayağı eli gibi işlevseldir.
Ancak kültür, aynı zamanda birinci doğaya karşı bir barınaktır. Çünkü dışındaki doğa herkesin herkesle kıyasıya savaştığı tekinsiz bir yerdir. Her santimetrekaresinde bir düşman bulunan böylesi ortamda bir canlının hayatta kalabilmesi için sürekli tetikte olması gerekir. O da yok etme kadar savunma ve savuşturmayla mümkündür.
İkinci bir yaşam alanı, ikinci bir habitat sayılsa da kültür, doğaya yabancılaşmanın başlangıcıdır. En önemli koyaklarından biri olan dil, beşerin diğer hayvanlardan farkı ve kültür ocağıdır. Diğer hayvanların dili ne kadarsa kültürü de o kadardır. Beşerin dili ise bakışımlı bir eyleyişle yetkinleşmiş, metaverse gibi simülakr da diyebileceğimiz zihin ve hayal uzamını olanaklı kılmıştır.
Homo Sapiens’in dilinin nörolojik altyapısı(connectome) bazı hayvanlarınkine benzer ama üstyapısıyla mucizevi biçimde farklılık gösterir. Homo Habilis’in kültürel bir hayvan oluş, yani beşer’e evriliş macerası buradan başlayarak ‘ikinci doğa’da da seyredegelecektir. Bu mecrada zihninin ve bedeninin bir yarısı birinde, bir yarısı birinde ama eşgüdüm hâlinde seyreden kültür, uygarlık olarak kötülük de yaratmış, acılar da yaşatmıştır, mutluluk, sevinç, konfor da…
Zulme koşulan yanıyla kültürün saltık tin olarak maddeden bağımsız, devlet gibi insan karşısında nesnel üstünlük aracı olduğu da söylenmiştir(Hegel), sembolik formlardan oluşan dünyalar(Cassirer) olduğu da. Tarantulanın ağlarına benzetmek de olasıdır hapishaneye benzetmek de(Frederic Jameson). Bugün karşılığı bunun metaverseye dönüşecek ağlardır, çevrimlerdir.
Biz bu mecrada böylece farmakon özelliği gösteren kültürün sanata ve iyiliğe işarette bulunan samimi ahlâk öğretilerini de kapsayacak biçimdeki işleyişinin karşılığı olarak ‘gaviert’i(Heidegger) kullanacağız. Bu işleyişte sanatı da amaç ve araç olarak sürece katılan bir katalizör olarak düşüneceğiz. İnsanın kendi kendini(öz) yüceltmesi anlamına gelen ‘leudh’ kökünden türetilmiş özgürlüğü(Fr. libéri, İt. libero) de katacağız buna. Bu nitelikleriyle kültür doğayla uyumludur.
Doğanın doğasını bile değiştirilecek denli hesaplı kitaplı, bencilce ve hoyrat kullanılışını da ge-stell’e(Heidegger) özgü sayacağız. Bunu beşerin human (politisist), ‘gaviert’i de insan (phronesis) hünerine bağlayacağız. Bir phronesis edimi, bir poiesis olarak, kavramlar ve disiplinlerin birbirini biçimlendirmesi gibi sanat da hem yeni kavramlardan ve disiplinlerden etkilenir hem de onları etkiler, biçimlendirir. ‘Logos spermatikos (söz doğurtucu söz), yani zihni dölleyici olarak ve mecazbükücü yetisiyle yeni imgeler yaratıp düşünüşe yeni yolları gösterir. Bizce asıl işlevi zanaatta da içerili olan budur, bunun etkin kılınması gerekir.
*
Doğa, aynı zamanda simbiyotik bağlantısal bütünlüktür. Her şey, herkes orada hem birbirinden yemlenir hem birbirini tırtıklar, tüketir. Beşerin(özellikle human), bir anlamda bencilce besleme olanağını kısıtlayıp yalnızca beslenmek üzere doğadan kültürel alana çekilmesiyle birlikte başlayan doğaya yabancılaşma süreci başlarda savunma amaçlıdır, doğaya bağımlılığı devam eder. XIX. yüzyıldan bu yana bu ilişki düşmanca saldırıya dönüşmüştür.
İletişimin ötesinde anlamlar dünyası anlamına da gelen dilin gramatikal yapı kazanması, anlatı yetisi ve belleğin oluşumu koşutunda tinsel yabancılaşma da başlamıştır. Bu da daha çok soyut düşünme ve dinsel simülasyon yoluyla olmuştur. Yaratılan bu simülasyon da aile, özel mülkiyet ve devletin sonucudur. Beşer(human), bu yanılsamayı din hüneriyle yavaş yavaş gerçeğin yerine koyacaktır. Dilin anlatı boyutundaki gelişmesi Altamira, Lascaux Mağarası, Bhimbetka Kaya Barınakları duvar resimlerinden önce veya sonra sanat da doğaya karşı sığınak olarak beşerin yaşantısına katılmış, dinsel ve ulusal iktidarların hizmetine koşulmuştur.
*
‘Yabancılaşma’ kavramını bildiğimiz kadarıyla ilk kez J. J. Rousseau, Toplum Sözleşmesi(1762) adlı kitabında kullanmıştır. Anlamı doğadan uzaklaşmanın sonucu kentleşme ve sanayileşmenin getirdiği değer yitimidir beşerin. Sosyo psikolojik bu duyarlılık romantiklerle başlayan doğaya dönüş eğilimine yol açmıştır. Sanat alanındaki ilk tepkilerden bir ikisini anacak olursak Jean-Baptiste-François-Xavier Cousin de Grainville’in Son Adam (Le Dernier Homme, 1805), Walter Scott’un "Göldeki Kadın (The Lady of the Lake, 1810), Mary Shelley’in Son İnsan (1818) romanlarını sayabiliriz. Lord Byron, Edgar Allan Poe, Schiller, Novalis ve Schelling’in şiirlerini de ekleyebiliriz bunlara. Son Adam’ın taklitlerini, sahte yazımlarını ve Son Adam’ın yarattığı uzamda yazılmış Kıyamet Şiirleri ve William Turner, Francisco Goya’nın vb resimleri de eklenebilir, Schubert, Rossini, Chopin gibi müzisyenler de.
Mary Shelley’in Son İnsan’ını yabancılaşma için örneklememizin nedenlerinden biri aynı etkenlerle yazdığı Frankestain romanıdır, diğeri izlek olarak aynı psikolojik isteksizlik, melankolik durumları işlemesindendir. Sanayileşmekte olan İngiltere’de yitip giden değerlere dikkat çeken, eskiyen dostlukların yol açtığı romantik duygularla seyreden romanının esinlendiği uzama sonradan dışavurumcular, avangardlar ve benzerleri de kapılacaktır.
Bu süreçte yaşamış Hegel’in ‘Tinin Görüngü Bilimi’nde(1807) ‘yabancılaşma’yla kastı bilincin, kendini kendine yabancı görünen tinde ya da nesnede tanıması ve böylece ötekinde bulmasıdır. Bu, tinin/ide’nin kendi özüne yabancılaşıp doğa varlığı olarak yabancılaşmasıdır. Böylece insanın kendine ait yanlış bilincine indirgenir mesele. Biri edimsel dünya, diğeri kendi kendisine kurup yabancılaştığı dünya olmak üzere iki dünya algısından sözeden Hegel’e göre bu ikili dünya bilincine sahip birey kendi gerçekliği dışındaki dünya ile ideallerindeki dünyada yabancılaşmayı yaşamaktadır. O bilinç “zorbaca bir dünya düzenidir. (…) yüreğin yasasını izlemeyen, tersine yabancı bir zorunluluğa boyun eğen insanlıktır.”
Hegel, ‘yabancılaşma’ kavramıyla bizi mutsuz bilinç tarifine götürür: Kişi ‘kendi özbilinci’ne kavuşmak için ‘Büyük Öteki’nin(Lacan) bilincinin onayına muhtaçtır. Onu ortadan kaldırmak istese de onu yok edemez, ona uyar, köle olur. Tarih, bu tür trajedilerin sahnesidir.[2] Lacan bunu Büyük Öteki ve ‘objet petit a’ya tahvil etmiştir.
Doğanın başlangıcından itibaren her şeyin ruhunun olduğunu düşünen Hegel’in bu konuda, Rousseau’yu ters yüz eden bir başka ifadesi şudur: “Doğa Geist’in yabancılaşmış biçimidir.” Bu tasavvur içinde Spinoza’yı da tersyüz edip ‘mutlak düşüncenin yabancılaşarak doğa yerine geçmesi gibi düşünür. Çünkü Hegel’e göre doğa ‘mutlak tin’in yansımasıdır. ‘Dünyanın ters dönmüş bilinci’ olan bu imgelemi Feuerbach, “insan kendine yabancılaşmış Tanrı değil Tanrı kendine yabancılaşmış insandır,” alegorisiyle ayakları üzerine oturtmaya çalışırken dinsel yabancıya takılmıştır.
Marksist tasavvura göre yabancılaşma denebilir ki ‘uygarlık’ tarihinin negatifidir. Çünkü Marx, emek gaspını olağanlaştıran politik düzenlemelere bir yabancılaşma sorunu olarak bakmış öylece çözümlemeye çalışmış, çözüm önermiştir. Marx’a göre yabancılaşma insanın ideolojiyle gerçeklikten kopmasıdır, Foucault’nun ideoloji yerine söylemin bir türevi olarak kullandığı söylem düzeneği; aygıt veya dispozitifler de denen “mimari biçimler, düzenleyici kararlar, yasalar, yönetme yetkisi; bilimsel, felsefi, ahlâki önermelerden oluşan heterojen bütünleri; bu söylemsel ve söylemsel olmayan öğeler arasındaki ilişkilerin oluşturduğu sistemleri” kapsar.[3] Agamben, ‘hegemonya’nın(Gramsci) karşılığı olan söylem aygıtından(Foucault) çok hukuksal egemenlik, politik düzenleme anlamlarını da içeren ordinamento (organizasyon) sözcüğü ve kavramını yeğler.
Ama galiba burada Deleuze ve Guattari’nin yurttaşı, politik oyunlarla arzusundan yalıtıp edilgenleştiren ortak ruh olarak insanı sinikleştiren toplumsal makine metaforunu gönderge alıp düşünmek daha açıklayıcı olacak.
Her neyse habitus da toplumsal sermaye de diyebileceğimiz bu sistemsel şiddetin üretimi en genel anlamıyla söylersek yabancılaşmadır. Yabancılaşma yerine daha çok ideoloji ve negatif bilinç terimlerini yeğleyen Marx’a göre mesele, “insansal ürünlerin insanı boyunduruk altına alıp insanı insan olmayana dönüştürmesidir.” Çünkü egemen söylem; doğanın ve bilimin yasalarını insansal özün geliştirilmesi için değil, başta ekonomik yabancı (artı-değer) ve dinsel yabancı (Tanrı), köleleştirici kurum (devlet yabancısı) ve yasa denilen bir hukuk yabancısı, sonunda da “bilincini bilinçdışına, usunu usaykırılığa itip idealizm denilen felsefesel yabancı dolayımında kendi sınıf çıkarlarına göre yorumlamış, öylece uygulamıştır.” İnsansal ürünler mal durumuna gelince fetişleşirler ve insana egemen olurlar. Bu insan doğasının yitirilmesi değil, sadece toplumsal durumun zorunlu kıldığı negatif bilinç/ideoloji doğrultusunda aldanmadır.[4] Freud’a göre ‘yasanın buyruğunda arzunun yanılsaması’dır bu, ‘birey kendi kurgusunun akışına kapılır. Beşerin kendi emek katkısıyla üretilmiş olsa da sahip olamadığı nesne, kapitalizmde en temel özellik olarak ‘fetiş nesnesi’ hâline gelir.’ Cristian Fusch bu nedenle bu sisteme ‘kapitalist fetişizm’ der.[5] Totemist, animist çağlardaki gibi beşerin, tüketim nesnelerini -bir araba, bir eşya veya kişiyi kutsallaştırıp idol, ikon kılması- tapım nesnesine, toteme dönüştürmesi gibi...
İçinde bulunduğumuz süreçte de fütürist ve transhümanist iyimserler bunu devralmış gibi T5.0’cılarla, teknokratlarla, fizikalistlerle el ele robotlara ikonik özellik atfetmekteler. Farkında veya değiller tekno geleceğe bağlılıklarının saklı tasımı enikonu buraya varacaktır. Burjuvazi değil, sermaye; sözkonusu ‘programlanmış toplum’a (Alaine Touraine) doğru yabancılaşmış emeğin yerine algoritmalar, robotlar veya YZ(yapay zekâ değil) yapay zihin[6] ikame edilmekte. Yabancılaşmış emek olarak politik insan ‘biyos’ gibi çıplak insan ‘to zên’i de devreden çıkarıp yerine ‘siber proleterya’yı(Nick Dyer Witheford) ikame edecek aşamaya gelinmiştir. Marx’ın “her bireyin her kuşağın bir veri olarak hazır bulduğu üretim güçlerinin, sermayelerinin ve toplumsal ilişki biçimlerinin toplamı, filozofların ‘insanın cevheri’ ve ‘özü’ olarak tasarladıkları şeyin gerçek temelidir” dediği üzere beşer, olası bu yeni kulluk serüveninin henüz başındadır.
Eğer yabancılaşma doğayla arasındaki ıraksamayla belirlenecekse, insansının(hominin) iki ayak üstüne kalkmış ilk homo Lucy’le başlayan bir süreç olduğu söylenebilir. Hangisi olursa olsun Georg Simmel’in ‘toplumsal oyun’ dediği yaşantı ilişkilerini,[7] yani kültürü bu mecrada simülasyon gibi düşüneceğiz.[8] Lacan, ideolojiden başka bir şey olmayan bunun gerçeklikte ve dilde taşınıp durduğunu söyler. Dil, görseli ve hatta işitim imgeleri de dahil iletim olarak bir endoktrinasyon, bir integralizm aracı olabilir. Bourdieu vb sanatı da toplumsal sermaye içinde görürler, dolayısıyla bu önermelere katılıyor sayılırlar. Ernst Cassirer’e göre de konuşma ve dile dayalı sözleşmenin ki bu söylem düzeneğinden başka bir şey değildir, hukuk ve devlet eliyle yapılmış sözleşmeden farkı yoktur. Resmi olsun olmasın uzlaşmaya, toplumsal antlaşmaya ve bu toplumsal sözleşmeye göre biçimlenen yaşantı içinde taşınagelmiştir.[9] Agamben’in dediği gibi istisna kural hâline gelmiş, hukuk hukuksuzluk olmuştur.
*
Animist, totemist toplumların tasavvurunda doğaüstü gücü ve etkisi bulunduğuna inanılan canlı veya cansız, uğurlu ya da tekinsiz varlık veya nesnedir fetiş. Açık ki bu, gösterilenin yerine gösterenin ikame edilmesidir. Animist toplum üyeleri, -en azından kimileri- totemin temsil olduğunu biliyordu. Modern bireylerse Freud’un “karakter özdeşleşme yoluyla oluşuyor, karakter karikatüre benzer bir şeydir. İmitasyonun imitasyonudur, ben arkeolojik kalıntıdır” saptamasını anımsamaz bile, tüketim nesneleriyle özdeşleyimin de bu bilinçaltının kolektif bir yansıması, bir tür fetişizm olduğu gerçeğini üstüne kondurmaz. Oysa animistin toteme atfettiği ile modern bireyin tüketim nesnelerine bağlılığı arasında özü bakımından bir fark yoktur. Bu bağlamda kimileyin libidonun albenili kıldığı nesne gibi organlar; ikonlaştırılmış, idolleştirilmiş liderler; materyalizm, laisisizm bilimcilik de dahil dine dönüştürülmüş söylemler ve bunları sembolize eden nesneler de fetişleştirilmiş demektir.[10]
Tüm bu anlamların bileşkesi olarak bu ilgi yoğunlaşması, bu aşkınlaştırma kimi zaman sanat eserlerine de yansıtılır. Bu bakımdan sanat eserlerinin de fetişleştirildiği olabilir. Stendhal Sendromu da olasıdır ama çokça da izlerçevre tarafından kutsanıp yaratılır bu yüceltim. Bu tasavvurun doğal sonucu olarak da kimi zaman sanatsal üretim ve hatta alımlaması ibadet biçimine bürünür. Louvre, Uffizi ve Hermitaj vb Kâbe kadar ziyaretçi çekmesi böyle bir inanç psikolojisinin sonucudur. Fetiş nesnesinin bazen büyü, bazen sihir denen uyarıcı ve uyuşturucu yanlarının ikisi de etkili olur. Birincisi, muhalefete düşer, tıpkı uyuşturucular gibi düşünce kalıplarını esnetip dışına çıkma, bu olmayanı hayal edebilme duyarlılığı yaratır. İkincisi hem iktidar borazanı olur hem de kaderci üretir. Sanat, felsefi sorulara bazen yanıt olmak, bazen soruyu etkili kılmak, bazen paradoksu, sorunsalı derinleştirmek bazen de sorunun yıpratıcı etkisini azaltmak üzere kendine ve alanına özgü sözkonusu büyüsel etkiyle simülasyon yaratır. Simülasyon bazen fetiş sanrısı gibi gerçeğin yerine geçer. Bazen sanatçı da alıcı, okur, dinleyici, izleyici de ordan çıkmak istemeyebilir. Gösterilenin yerine gösterenin konduğu zihinsel yanılsama içinde egemenlik söylemlerinin kötülüğüne alet edilebilir. Bazen kendiliği olarak da kötülüğe hizmet etmiş olabilir. Bu nedenle onlar sanat değil savıyla reddi, ikna edici olamaz. Gönüllü veya zorlama haz duyurma ve nefret yaratma etkisiyle sanat başlangıcından beri ve çoğunlukla ge-stell’in yedeğine düşürülmüştür. Tam da Roland Barthes’in dediği gibi: “Gösterilen bir yalandır; tam sahteliğini gösterdiği anda olabiliri ortaya çıkaracak bir gerçeğe-benzerliğin altını çizer. Roman’ın ve anlatılan tarih’in ortak ereği olayları yabancılaştırmaktır.”[11]
En somut ifadesinin görülebileceği tapınaklar mimari olarak işlevsel ama sanat olarak da öznenin kim, gücün kimlerde olduğunu gösterir. Bu nedenle siyasi merkezin mimarisi her zaman tapınaklardan daha gösterişlidir. Bu da sanatın her zaman otoritece kullanıldığına kanıt sayılır.
İktidarın yedeğine düşmüş olsa da muhalefet sanatın varoluş koşuludur, ‘kaçış çizgileri’nde genellikle öncüdür ama sanatsal yaratım özgür iradenin olabilirliğinden çok fazla değil. Açımlarsak: Bilincin altyapısı konnektomdur; zihin, bellek, sinapslar, nöron, ileti, veri, algı, algılama koyaklarında oluşagelen farkındalıktır bilinç. Bu aşamaların içerikleri nöroteknoloji ve nörokuantoloji yardımıyla ortaya konduğunda bilincin toplumsal sermayeye, dispozitiflere bağlı olduğu, dahası ‘aklın kurnazlığı’na kapıldığı fark edilebilir. Floransa Uffizi Müzesi Rönesans’a katkı sunmuş Leonardo’nun Cebrail’in Meryem’e İsa’yı Müjdelemesi[12] olarak adlandırılan tarihsel gerçekle, bilimle, özgürleştirici veya sorgulayıcı akılla, düşünümsellikle hiçbir ilgisi olmayan ama, Rönesansın ilerlemeci, yenileştirici, geliştirici telosuna kapılmış resim ve heykellerle doludur. Daha ironik olanı, o resimleri değerlendiren eleştirmenlerin ve sanat tarihçilerinin ideolojik körlüğüdür.
Bütün dönemlerin sanatlarında böyle senkretik karakterli yapıtlar vardır. Bunları ikilem gibi görmek de olanaklıdır, dissensus olarak görmek de. Bir başka açıdan da denebilir ki sanat da mutsuz bilinçten, yanlış bilinçten payını almış, bedelini ödemiş, ödetmiş, ödetmektedir beşeriyete. Kimi sanat ve sanatçı da Janus gibi bir yandan zihni yenilenip geliştirilirken bir yandan da eskiye bağlanıyor veya ondan kopamıyor. Sözgelimi Uffizi’de imanı ve dini aşan zekâ işi çalışmalar, göndermeler de var ama din baskındır.
Sözün özü, beşeri tarihin en yenilikçi ve radikal atılımı yanlış bilincin/egemen söylemin kullanımından tümüyle kurtulamamıştır. Devamındaki Aydınlanma için de bu koyut geçerlidir. Gelecekte de geçerli olacağa benzer. Geleceği belirleyecek algoritmaların baskısına ödün verecek ama geçmişin ezeli baskısından da kurtulamayacaktır. Çünkü, algoritmalar kurgudur, işletim sistemi veriye bağlıdır, egemen söylemin mülkiyetindedir ve söylem aygıtının enerjisidir. Matrix filminin mimarı gibi, evrenin simülasyonunu yaratmaya soyunabilir. Aynı zamanda toplum mühendisidir, olasılıkla yerini bıraktığı yazılım ve veri mühendisliği –yaptığı bizatihi politik eylemdir- zanaat işleviyle sanatı simülasyonun her yerine yayabilir, böylelikle sanat simülakr olarak her yerde olabilir.
Bununla birlikte mimari, beşerin sanatsız olamayacağının, sanatın her zaman, her yerde gereksinme olduğunun göstergesidir. İster zanaat densin ister sanat, ister zanaat olsun ister sanat her iki durumda da varoluş nedeni dışarının düşüncesi saklı tasımıdır. O tasım ‘bu olmayanın arayışı’nı sanat mecrasında, tapınak duvarlarında, kral saraylarında bile görmek mümkündür. Bu da söylem aygıtının evrilecek gibi göründüğü Yapay Zihin(Artificial Intelligence)/algoritmaların geçerken egemen sınıfların sanat politikasını da devralacağının bir göstergesidir. Daha şimdiden sanatçının işini elinden almakta YZ(AI). Elektronik pazarında hepsi de dev şirketlerin elinde yüzün üzerinde iyi bir yazardan on kat daha hızlı yazabilen yapay zekâ programları bulunuyor. Elliden fazla dilden çeviri ve editör hizmeti de dahil, edinmek isteyenler için hikaye oluşturucusu HIX.AI, yüksek içerikli hikaye yazarı yapay zihin Jasper, roman ve senaryo yazarı Sudowrite, kısa hikaye oluşturucu Writesonic ve texti verince video çekimi yapan Open AI-Sora, on altı bin parça, on sekiz bin ses efekti, iki yüz bin örnek sunan veritabanına sahip Snapmuse AI müzik oluşturucusu vs…
Bunlara daha donanımlı olanları eklenecek. Geriye ne kalıyor sorusunun yanıtı ise şu olabilir: Makineler insana özgü olan vicdan dilinden anlamaz. Ontolojik ahlâka ve farkındalığa sahip olamazlar, verili olanın dışında duygusallık gösteremezler, empati kuramaz, yanlış da özeleştiri de yapamazlar. Makineler insana ne kadar yaklaşırlarsa yaklaşsınlar, ‘poiesis’ potansiyelini sanatsal zevki, sanatsal heyacanı, hüzünlenmeyi, ağlamayı, esrimeyi, çılgınca eğlenmeyi, yaratım mutluluğunu, hayal kurmayı, âşık olmayı, gözyaşı dökecek kadar sevinmeyi deneyimleyemez, yani homoyu humandan ayırıp insan yapan yanlarına sahip olamazlar. Ancak bunlara rağmen robotlar Homosapiens sapienslerin kendilerinden daha zeki olduğu halde Neandertalleri elimine etmesi gibi doğal beşeri(insan) elimine edebilirler.
*
Henüz insandan akıllı denilen makinelerin, bir başka adlandırmayla Genel Yapay ‘Zekâ’nın özellikle de Yeni Yaşam 3.0’ın uzağındayız ama tünele girmeden son sapağı da geçtiğimiz söylenebilir. İlerisi ‘Yeni Karanlık Çağ’ olabilir.[13] Burada bile Edgar Morin’in dediği gibi “yolumuzu değiştirebiliriz”,[14] daha doğrusu geri dönme olanağına sahibiz. Ne var ki, şu anda bu yönde bir öncü irade sözkonusu bile değil. ‘Sosyalist piyasa ekonomisi’ne geçmiş Kuzey Kore, Çin, Küba, Laos ve Vietnam da dahil, sınıfsız toplum iddialarına rağmen bu soruna ilişkin bir projeleri, bir öngörüleri, bir önermeleri yok.
Özneliğini teknolojiye yedeklemiş liberal ekonomiyi sürdüren ülkelerse andığımız Japonya gibi T5.0 hattında arkasına bakmadan yoluna devam ediyor. Dijital dünyanın birçok uzmanı, ceosu, mühendisi tehlikeye işarette bulundukları hâlde fütürist ve fizikalistlerin yanı sıra liberal politikacılar bildiğinden şaşmıyor. Yukarı Bakma (Don’t Look Up) filminin ABD başkanına bak onları gör. Kendi iktidarını korumak kaygı ve eyleminden başkasına, hele de dünyanın o uzak geleceğini düşünmeye zamanı bile yoktur. Dahası dünyanın geleceğine dönüp bakılmasını bile istemez, politik çıkarlarına ters düştüğü gibi ekonomik düzenin değiştirmesini gerektirir bu. Baksalar da beşerin geleceği bakış açıları dışında kalır.
Radikal teknolojilerin birbiri ardına ve hızlıca “günlük hayatı bilgi işleme yoluyla sömürgeleştirmesi’ne karşı Adam Greenfield’in ‘yeni sol bir siyaset’[15] yaratılması çağrısı aynı zamanda bu nedenle ivedilik arz ediyor. Fikret Başkaya da kaygısını şöyle dile getiriyor: “Paradigmayı değiştirmek gerekiyor ama fazla geç kalmamak kaydıyla... Zira, geç kalınırsa geriye kurtarılacak pek bir şey kalmayabilir.”[16] Yoksa tünelden sonra iş işten geçmiş olabilir. Androidlerin ve yapay algoritmaların denetimi ele geçirdiği dijitalleşmenin ileri aşamalarında post-insan da işlevsizleşmiş olabilir.
*
O zaman insan olmayanların insanı merak etmesi, üstelik elimine etmişken, insansız dünyayı anlamsız bulup yeniden yerine koymak istemesi pek gerçekçi olmasa da öylece tasımda bulunacak olursak diyelim ki ‘Yeni Yaşam 3.0’ algoritmik zihinler yanlışı fark ettiler. Veya bir nedenle ihtiyaç doğdu doğal insanı(zoe, homo) yeniden doğadaki yerine kazandırmak istediler. Olası ki ‘insanat bahçeleri’ndekiler de –böyle bir şeye gerek duyulmuş ve korunma altına alınmış olsalar bile- kötü koşulları nedeniyle hayvanlıklarına geri dönmüş olacağı için onları insan yapan yetilerini kaybetmişlerdir. Diyelim ki insanı ‘insanat bahçeleri’nden çıkarmaya veya fiziksel ve kimyasal yolla, laboratuarlarda üretmeye/çoğaltmaya kalkıştılar. Ona zihin kazandırmaya gelince, olmazsa olmazı insanlığın mirasına, belleğine başvurmaları gerekti.[17] İzleri bile kalmadığından her halde homo’yu insan eden ‘sanat güdüsü’ne/sanat yeti’sine yönelirler. Yani sanatsal imgelemin, soyut düşünmenin görünür kaynağı konnektoma. Aristo’nun terimiyle entelekheiası, zihinsel üretimin ‘logos spermatikos’u(söz doğurtucu söz), bir başka açıdan zihni dölleyici etki sözedimi ve mecazbükücü yetisi de körelmiş olabilir. Ama közü sanat eserlerinde ve bilgelik metinlerinde bulunabilir.
*
Kültür gibi onun bir alanı olan sanat da beşeri doğadan ayırır ama sağaltır da. İnsan onunla yitik nesnesini bulur gibi olur. Denebilir ki sarayda ve tapınakta bile bu ‘dynamis energheia’sı(arkhe de denebilir) ve işlevini açık gizli hep korumuştur sanat. Bu mirasına göre işlevini ‘yabancılaşmanın akibeti biyolojik olmayan algoritmik zihinler’in egemenliğine rağmen koruyacağı söylenebilir. Olası ki sanat mimarlar mimarına da varoluş nedeni gereği muhalefet ettiği ve etik bir değer olarak sınırı gösterip kolladığı için, insanlığın özü varlığı ve savunma mevzisi olarak orda da olacaktır.
Çünkü ister oyun olsun ister bilgi aktarıcı, gaviert doğrultusunda sanatın psikolojik etkisi iyi hissetmenin vazgeçilmezidir. Doğal dengeyi de gözetecek biçimde iyiye, güzele, doğruya yönlendirici bilgelik de içerebilir. İktidarda olsun muhalefette olsun yalnızca iyi hissettirebilmesi kendi başına insanı insan eden bir değerdir. Bir özünden söz edilecekse bu dinamizmi ve enerjisidir beşerin, içgüdülerinin sınırlarını aşan imgelem yetisidir. İster tanrısal idea densin, ister yetkinlik entelekheiası, ister şiir entelekheiası densin sanatınki gibi insan oluşun da özü –eğer ille de öz’ü kullanacaksak - bu yetidir.
Tür olarak, yabancılaşma bir gerçeklik ve bu gerçekliği olağanlaştırmışız. Bu, içgüdülerimiz gibi biyoloji kaynaklı değil, dışsaldır, kültüreldir. İçgüdülerimizi içinden çıkıp denetim altına aldığımız gibi kültürün bu kalıbından çıkabiliriz. Özneliğimizi algoritmalardan geri alıp, bu ‘öz’ün doğrultusuna dönebiliriz. Yabancılaşma menzilinde de beşerin dijital akibetini savuşturmasında sanat, kendiliğiyle de beşerin nevrozunu sağaltıp iyiliğe doğru yolunu açabilir, gaviert doğrultusundaki bilimin, teknolojinin esinlendiricisi, bir kısa yol, bir kerteriz olabilir.[18]
Bu yazı Öteki Eleştiri Kültür Sanat Edebiyat Dergisinin 1. sayısında (Ocak-Şubat 2025) yayınlanmıştır.
[1] Spinoza, yaratılmış doğa anlamında ‘natura naturata’yı kullanır, birinci doğasını da doğal doğa ‘natura naturans’ olarak adlandırır. Biz birinci ve ikinci doğa terimlerini yeğleyeceğiz. Üçüncüsü cyber uzay ve cyborg sentezidir. Devamı Tedmark’ın Yaşam 3.0’ı, yani biyolojik olmayan algoritmik zihindir.
[2] Bkz. G. W. F. Hegel, Tinin Görüngübilimi, çev. Aziz Yardımlı İdea Y., İstanbul, 2015.
[3] Michael Foucault, Özne ve İktidar, Seçme Yazılar-2, çev. Işık Ergüden, Osman Akınhay, İstanbul, 4. B. 2014,
s. 18.
[4] Bkz. Orhan Hançerlioğlu, Ansiklopedik Felsefe Sözlüğü, Remzi Kitapevi.
[5] Bkz. Cristian Fusch, Dijital Emek ve Karl Marx, çev. T. E. Kalaycı v E. Oğuz, Notabene Y., 2014.
[6] Artificial Intelligence: AI yerine galat-ı meşhur olmuş olsa da Yapay Zekâ değil de Yapay Us veya Yapay Akıl
veya Yapay Bilinç demenin daha uygun olduğunu düşünmekteyiz. Tekno-felsefe ve zihin felsefesi tartışma
konularından biri olan bu önermeyi açımlamayı başka bir yazıya bırakarak şimdilik şu kadarıyla yetineceğiz:
Olasılıkla Windows 95’ten sonra fizikalist ve fütüristler heyecana kapılıp ‘zekâyı bilgisayar ve elektronik beyin yerine ikâme ettiler. Bizim çevirmenler de fizikçiler de böylece benimsediler. İnsanın diğer hayvanlardan ayırt edici özelliği ve hiçbir zaman yerini simülasyonların alamayacağı yetisidir zekâ.
[7] Çeşitli kitaplarımızda biz bunun İbrahimi dinlerin mecrasındaki söylemselliğine yerleşik takiyye demiştik,
muhalefetine de ironik takiyye…
[8] Bkz. Hayri K. Yetik, Romantik Ortadoğu ve Arkaik Ortadoğu, Ayrıntı Y.
[9] E. Cassirer, Kültür Bilimlerinin Mantığı Üzerine, çev. Milay Köktürk, Hece Y., Ankara, 2005, s. 79, 80.
[10] Zafer gibi gördükleri büyük teknolojik atılımın rehaveti içinde Ray Kurzweil’in Bill Gates’e bu bir din, elbette
bir Tanrısı var, bir peygamberi de olacak diye düşünmekteler. Kurzweil, Ray, İnsanlık 2.0: Tekilliğe Doğru
Biyolojisini Aşan İnsan, çev. Mine Şengel, 3. B., Alfa Y., İstanbul, 2018, s. 551.
[11] Roland Barthes, Yazının Sıfır Derecesi, s. 33
[12] İncil, Luka 1: 26-38.
[13] James Bridle, Yeni Karanlık Çağ / Teknoloji ve Geleceğin Sonu, çev. Kemal Güleç, Metis Y., 2019.
[14] 13 Edgar Morın, Yolumuzu Değiştirelim (Koronavirüsün Öğrettikleri), çev, Murat Erşen, Türkiye İş Bankası Kültür Y., İstanbul, 2021.
[15] Bkz. Adam Greenfield, Radikal Teknolojiler/Gündelik Hayatın Tasarımı, çev. Melahat Kutun, Epos Y., 2022.
[16] “Sınırlı bir Dünya’da Sınırsız Büyümeyle Nereye...” Emet Değirmenci söyleşisi, https://birikimdergisi.com/guncel/11810/sinirli-bir-dunyada-sinirsiz-buyumeyle-nereye
[17] Bkz. Hayri K. Yetik, İnsanın Kerterizi Sanatsal Tasavvur, Hürriyet Gösteri dergisi, (Ekim-Kasım-Aralık-2021, sayı 336) ve www.hayrikyetik.com.
[18] Hayri K. Yetik, Sanat ve Yapay Zekâ İlişkisi Üzerine Önsel Düşünceler/Gelecek Ütopyasında Sanatın Yeri, Hürriyet Gösteri Dergisi(Ocak-Şubat –Mart, 2021, s. 333) ve www.hayrikyetik.com Hayri K. Yetik, Teknoloji ve İnsanın Geleceği/Bilim Kurgular İnsanın Geleceği Hakkında ne demek İstiyor, Virüs dergisi(Nisan-Mayıs- Haziran, 2023, s. 15) ve www.hayrikyetik.com, Hayri K. Yetik Quo Vadis Beşer, AltıYedi (Haziran Temmuz,2021) dergisi ve www.hayrikyetik.com, Hayri K. Yetik, Edebiyatın ve İnsanın Geleceği, Deliler Teknesi dergisi.







Yorumlar